Terapinin sıkça yanlış anlaşılan bir yönü, insanı “kusursuz” hale getirmeyi amaçladığı yanılgısıdır. Oysa biz terapistler, danışanlarımızın duygusal deneyimlerini “düzeltmeye” ya da onları hayata karşı tamamen dayanıklı hale getirmeye çalışmayız. Zira insan olmak, kırılganlığı, çelişkileri ve zaman zaman yaşanan duygusal dalgalanmaları da içerir.

Terapinin esas amacı, kendimizle daha dürüst, şefkatli ve açık bir ilişki kurmaktır. Dolayısıyla terapistlerin görevi de bu ilişkiye alan açmak ve desteklemektir. Bu içsel açıklık ve farkındalık, başkalarıyla da daha derin, samimi ve güvene dayalı bağlar kurmayı mümkün kılar. Yani hedef, danışanın acıdan ya da zor duygulardan tamamen arındırılması değil; bu duygularıyla sağlıklı bir şekilde temas kurabilmesi, onları bastırmadan ya da taşmadan taşıyabilmesidir.

Bu bağlamda “iyileşmek”, her şeyin yolunda olduğu bir hayatı değil; her şey yolunda olmadığında bile kendinle temasta kalabildiğin, destek isteyebildiğin ve duygusal anlamda bağlı kalabildiğin bir yaşamı inşa etmektir. Çünkü insan ruhu, izole değil, ilişkiseldir. Terapi de, bu ilişkisel zemini onarmak ve güçlendirmek için bir alandır.

Terapi süreci bizi “mükemmel” yapmaz ama daha gerçek, daha bağlı ve daha insani bir yaşama yaklaştırır. Bu da zaten en derin anlamda ruh sağlığının ta kendisi değil midir?

Kategoriler: Blog

0 yorum

Bir yanıt yazın

Avatar placeholder

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir